“Benim Allah’ım” Ve Herkesin Ahmet Altan’ı


Saçı ağaran bir insanın saçlarını boyatması, yüzü kırışanların estetik ile gerdirmesi, insanın ayrılıklardan hüzünlenmesi, ölümün ardından damlayan göz yaşları…Aslında tüm bu davranışların anlamı bir varoluşsal kimlik sorgulaması değil mi? İnsanın yaratılışı bu sorgulamaya programlanmış adeta…
Ahmet Altan, varoluşsal kimlik sorgulamasına dair yazılarında aslında genel bir şuuraltını yansıtıyor. Ancak, bu sorgulamanın cevapsız olduğu, bugüne kadar cevap bulunamadığı yönündeki hüküm, varoluşun hakikatine dair kendi tasavvurunu yansıtıyor elbette.
Bir an için gözlerinizi yumun, sonra açın. Gözleriniz “sizi merkeze koyan” bir görüntü serer önünüze…Aynı şekilde, bir fotoğrafa baktığımızda, o fotoğrafı çekenin sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü verecek bir konumu seçtiğini fark ederiz. Fotoğraf makinesinin objektifi, o fotoğrafın merkezidir. (John Berger-Görme Biçimleri-Metis Yay.) Arazi planları, tek bir röpertaşına göre şekillenir. Bu taş ile oynarsanız, tüm arazi kayar. Bir mekanda sonsuz nokta vardır, sonsuz fotoğraf alabiliriz. Röpertaşı sonsuz noktaya konulabilir. Sonsuz arazi planı ortaya çıkar.

Kısaca, Algılarımız görecedir : ....e göre... İnsanların durdukları yer, elbette sadece mekanla sınırlı değildir. Nesneler dünyasını olduğu kadar, anlamlar dünyasını da kendi durduğumuz yerden seyrederiz. İnsanların tahsili, bilgi birikimi, mesleği, yaşı, cinsiyeti, sosyal statüsü, v.s. o insana has bir bağlam, bir duruş yeri belirler. Bu duruş yerleri değiştikçe “algılama”da, algılamanın getirdiği değer yargısı da, hükümler de değişir. Tahsilsiz birinin güneş tasavvuru ile, bir uzay bilimcisinin ki aynı değildir. Aradaki seviye çeşitliliği kadar, güneş tasavvuru da çeşitlenecektir.

İnsanların bu algı ve tasavvurlarına aynı ismi vermeleri, tasavvur ettikleri şeyi bağlamaz. Örneğin, güneş zatında ne ise odur. Ancak, Aynı güneşi, dünyanın değişik yerlerindeki insanlar, kimisi doğarken, kimisi batarken, kimisi tam tepede ve bu aralıklarda bulundukları yer(e) göre sonsuz açılardan göreceklerdir. Oysa güneş zatında tektir ve ne batmakta, ne de doğmaktadır. Bahsettiğimiz değişik görünümler güneşin nisbi hakikatleridir. Yani, kendi gerçekliğine değil, kişilerin pozisyonuna, o’na bakanların durumuna göre ortaya çıkan görünümler… Şu halde, biz bu sonsuz görünümlerden birisi ile güneşi mahkum edenlerin algısını, kendi durduğumuz yerdeki görünüm ile bağdaşmıyor diye inkar edemeyiz. Aksi halde, biz de güneşi kendi algımız ile mahkum etmiş oluyoruz. Örneğin benim durduğum yerde güneş batıyor, senin durduğun yerde ise doğuyor, tam zıddı bir durum. Hangisi doğru? Sana göre o, bana göre bu…Aslında ise mesele tüm görecelikleri aşıp, güneşin zatında tek olduğu hakikatini, hem doğmadığını, hem de batmadığını idrak noktasına gelmek… Eğer, görecelik olmasaydı, bu idrak noktasına gelemezdik. Çünkü, karanlığın dahil olması nispetinde ışık derecelenir. Böylece ışığın algılanabilirliği mümkün hale gelir. Işık, tek mertebede olsaydı, ışık diye bir varlık olduğunu da anlayamayacaktık. Nisbi hakikatlerin zuhur edebilmesi için, ‘tezat’ şarttır. Zıtların birbirine dahil olmasıyla oluşan melezleşmelerdir ki kainattaki bu sonsuz renkliliği idrak etmemizi sağlıyor. Bu idrak de, mutlak hakikatin varlığını idrake kapı açıyor.
İşte, mutlak hakikati idrak etmek yerine, bu nisbi hakikatlere takılıp kalır, bir şeyin gerçekliğini, bizim ona ilişkin algı ve tasavvurlarımızla sınırlandırmaktan kurtulamazsak, görece olan algılarımızı sadece kendi kendimizin aşamadığı yasalar haline getirmekle yetinmez, farklı görüşlere, farklı düşüncelere, farklı inançlara saygı duymak için bir neden göremez hale de geliriz. İşte düşünce ve inanç çatışmaları bundan kaynaklanıyor. Kendi tasavvurumuzu mutlaklaştırma, başkalarının algılarını inkara götürüyor bizi. Bir insanın (….e) sini anlamazsak, onun göre’sini de anlayamayız… Birbirimizin …e sini anlamadan birbirimizi de anlayamayız… Kendi algı ve tasavvurumuzu dogmalaştırırız. Değişime kapalı olur, bir ömür boyu değişimsiz/tek zaviyeden bakışa mahkum olmuş bir yaşam süreriz. Ben şahsen Ahmet Altan’ın, bu noktada kendisini değişime kapattığını tasavvur dahi edemiyorum

Biz “Allah” hakikatini, kendimizin, başkasının ya da Ahmet Altan’ın tabiri ile “dindarların” görece algıları ile mahkum edemeyiz. Hele hele, bu konudaki kendi tutumumuzu başkalarının tasavvuruna bina edemeyiz. Çünkü, zaten başkalarının “öfkeli, kızgın, gazaplı, cezalandıran, bizimkine benzemeyen Allah tasavvuru” Allah’ı tanımlayamaz. Ve “eğer böyleyse ben de inanmıyorum” diyemeyiz. Çünkü, Allah zatında bu tasavvurdan da, bütün tasavvurlardan da münezzehtir. Hakikat tek, hakikatin görece mertebeleri sonsuzdur. Bilginin değişkenliği, ömürlü olması da bu görecelikten kaynaklanıyor.
“Benim Allah’ım” başlıklı yazısında Ahmet Altan, “Ne garip beni Allah’ın olmadığına dindarlar inandırdı” yargısına varırken, aslında, sözünü ettiği dindarların görece tasavvurlarındaki yaratıcıyı kabul etmiyor. Ve zannediyor ki, bunu yapmakla, Allah’ın olmadığına inanmış oluyor. O da, böyle sananlar da çok yanılıyorlar. Zaten, yazısında “öyle bir Allah anlattılar ki, benim Allah’ıma hiç benzemiyordu” demekle kendi Allah’ının varlığını ve O’na inandığını açıkça kendisi de ortaya koymuş olmuyor mu?

Ahmet Altan’ın darbeciler ve oligarşik elitler karşısındaki duruşu toplumdaki mağdur kitleler için bir sığınak duygusu oluşturuyor. Bu kesimler O’nu hep arkasında hissediyor. Bu sebeple O belli bir fikrin, bir ideolojinin veya kesimin temsilcisi değil, adaletin, barışın, kardeşliğin, temel hak ve özgürlüklerin, dolayısıyla bunlara susamış tüm kesimlerin Ahmet Altan’ı. Eğer, O “özgürlük” hakikatini değil de, nisbi bir özgürlük algısını, örneğin ateistlerin, pozitivistlerin özgürlüğünü savunsaydı, herkesin Ahmet Altan’ı olabilir miydi? O halde “herkesin Allah’ını da” en iyi O anlayacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yorum zırvalık